Vehhâbîliğin kurucusu 1703 yılında dünyaya gelen Muhammed b. Abdülvehhâb’dır. Gençlik yıllarındaki Basra seyahatı sırasında tevhid inancı hakkında farklı görüşleri bazı alimlerce tepki görünce doğum yeri olan Necid’e döndü[1]. Babasının yanına yerleştiktenten kısa bir süre sonra babasını kaybetti. Bunun üzerine “şirk” olarak gördüğü bazı dinî uygulamalar için hareket başlattı. Kendisine karşı yoğun bir muhalefetle karşılaşınca 1745’te Suûd ailesinin yönetimindeki Dir’iye’ye gittiğinde burada Emir Muhammed b. Suûd ile bu yeni inanış olan “Vehhâbî”lik için destek aldı ve böylelikle Suûdî&Vehhâbî ittifakı başlamış oldu[2]. Abdülvehhâb dinî fikirlerini yayabilmek için aradığı siyasi desteğe, Muhammed b. Suûd ise siyasi alanını genişletebilmek için güçlü bir dinî şahsiyete kavuşmuştu[3]. Neticede kitleleri yönetim altına tutmanın en başarılı ve olumlu sonuç veren yollarından birisi dindir. İki taraf da aradığı kavramları birbirlerine bulmuşlardı. -Unutmadan belirletim, bahsettiğimiz Muhammed b. Suûd, Abdullah b. Suûd’un büyük dedesidir ve Suûdi hanedanının da kurucusudur.-
Vehhâbîlik kavramını (kendi tanımlamalarınca Ehl-i Hadîs/Selefiyye) kısaca tanımlamak gerekirse Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kendisi “Kur'an ve Hadislerde olmayan her şeyin reddi, esas İslam'a dönüş” olarak tanımlar[4].
Ardından Muhammed b. Suûd 1766’da ölünce yerine geçen Abdülazîz b. Muhammed b. Suûd da yerel kabile ve bedevîlerle mücadelesini sürdürdü. Orta Arabistan’daki kabilelerle mücadelesi sırasında babasının kendisine ve kardeşi Abdullah’a(başlığımızdaki Abdullah değildir, başlığımızdaki Abdullah b. Suûd’un dedesinin kardeşidir) “Osmanlı Devleti ile iyi geçinmeleri” hususunda nasihatler bulunsa da kendisi Basra körfezi sahillerine ordu sevketti ve 1795’te Lahsâ’yı ve Katîf’i eline geçirdi[5]. 1798 yılının Ekim ayında Bağdat Valisi Süleyman Paşa bölgeye Kethüdâ Ali Paşa komutasında ordu yollasa da Vehhâbîler’e karşı başarı kazanılamadı ve taraflar 1799’da altı yıllık bir barış yaptılar[6].
1802’de, Şiî Hazâil kabilesinin bir Vehhâbî kafilesini pusuya düşürmesi üzerine Abdülazîz b. Muhammed b. Suûd, oğlu Suûd b. Abdülazîz’i Kerbela bölgesine göndererek Kerkük’ü yağmalaması için görevlendirdi. Bölgeyi yağmalayan Suûd b. Abdlülazîz oradaki halkı da kılıçtan geçirerek topluca öldürttü. Bununla da yetinmeyen Suûd b. Abdülazîz, emrindeki kuvvetlerle Hz. Hüseyin’in türbesini yağmalayarak buradaki değerli eşya ve hediyeleri çaldı[7]. Kerkük şehrine gelen talihsiz durum 1803 Şubatında Tâif’in de başına geldi[8]. Mekke’ye yönelen ordu, garnizon tarafından katliam yapılmaması amacıyla içeri alındı ve Suûd ordusu dört gün Mekke’de kaldı. Buradan da Cidde’ye geçseler de Cidde Valisi Şerif Paşa Vehhâbîler’i bozguna uğrattı[9]. Hakimiyet alanı Basra, Bahreyn, Uman taraflarına kadar yayılan Abdülazîz, Kasım 1803’te bir camide, Kerkük’teki katliamdan çok etkilenen bir Şiî tarafından öldürüldü.
Yerine az önce zikrettiğimiz oğlu Suûd b. Abdülazîz geçti. Babası ölmeden kısa süre önce Mekke Emîri Galib yerine kardeşi Şerîf Abdülmuîn b. Suûd tayin edilince dönemin padişahı Sultan III. Selim, cezîreti’l-Arab’da meydana gelen olaylar üzerine meşveret meclisi topladı ve acil tedbirler konuşuldu. Haremeyn’in başka bir güç tarafından işgali ve hac yollarının tehlikede olması acil müdaheleyi gerektiriyordu. Bu sırada Mekke, Suûdî kardeşler tarafından işgal altındaydı. Cidde Valisi Şerîf Mehmed Paşa şehri ve kaleyi savunması üzerine güçleri tükenmeye başlayan ve liderleri ölen Vehhâbîler geri çekildi.
Suûd b. Abdülazîz askerî faaliyetlere devam etti ve cezîreti’l-Arab’ın her yerinde etkili olmaya başladığı dönemde birden ordu başında olmayı terkederek komutan tayin etmeye başladı.
Osmanlı tahtında bu süre zarfında uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir taht değişikliği gerçekleşmişti. Yeniçeriler tarafından 1807 yılında tahttan indirilip 1808’de katledilen III. Selim yerine geçen IV. Mustafa, Şehzade Mahmud’u da öldürtmeye kararlıydı. Üstelik Osmanlı hanedanında o zamanlarda erkek evlat sıkıntısı baş göstermekteydi ve Şehzade Mahmud tahtın tek vârisiydi! Tüm bu hengameye yetişmeye çalışan Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa, Topkapı Sarayı’nı basarak IV. Mustafa ve ekibini yok edip III. Selim’i tekrar tahta çıkarmak amacındaydı. Fakat ne yazık ki kendisini hep çalmakta olduğu Ud müzik aletiyle savunmaya çalışan mahlû padişahın(III. Selim) cansız bedeniyle karşılaşan Alemdar Mustafa Paşa, çareyi III. Selim’in kuzeni Şehzade Mahmud’u tahtta çıkartmakta gördü ve II. Mahmud resmen tahta çıktı[10][11][12][13][14][15].
II. Mahmud ise Haremeyn kontrolü ve hac yollarının tekrar güvenceye alınması için Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya başvuracaktı. O zamanlar merkezî otorite ile çıkarları çatışmayan Mehmed Ali Paşa ile II. Mahmud’un arası iyi denilebilecek bir düzeydeydi. Kendi otoritesi için 1808-1810 yıllarında Yukarı Mısır’daki yerel Memlük beyleri üzerine harekat yaparak etkisiz hale getirdi. Artık bölgesindeki otoritesini sağlamlaştıran Kavalalı, Bâbıâli’nin Vehhâbîler üzerine sefer düzenlemesi için uzun zamandan beri yapmış olduğu talebi kabul etti. Mehmed Ali Paşa, Suûd b. Abdülazîz’in üzerine oğlu Tosun Paşa’yı sevketti. 1811’de başlayan harekat neticesinde 1813’te Tosun Paşa Mekke’ye girerek Haremeyn tekrar Osmanlı idaresine girdi ve Vehhâbîleri Dir’iye’ye çekilmeye mecbur bıraktı. Mayıs 1814’te Suûd b. Abdülazîz’in ölmesi üzerine oğlu Abdullah b. Suûd liderliği üstlendi.
Başa geçer geçmez Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın gönderdiği birliklerle mücadeleye girdi. Bu mücadele sırasında Mekke ve Medine’yi yağmalamaktan da geri kalmamıştır. Kavalalı’nın oğlu Tosun Paşa’nın vebadan ölmesi üzerine harekatın başına kardeşi İbrahim Paşa getirildi. Abdullah b. Suûd ve kuvvetleri 2 Mayıs 1817’de yenildi ve Dir’iye’ye çekildi. İbrahim Paşa ise Vehhâbî arapların kökünü kurutmaya oldukça niyetliydi ve Abdullah’ı takip ederek kaçtığı kaleyi muhasaraya aldı. Beş aylık muhasara sonucu kaleyi ele geçiren İbrahim Paşa, Abdullah’ı ve oğullarını kıskıvrak yakaladı. Önce Medine’ye, oradan Mısır’a ardından da İstanbul’a gönderildi. Abdullah b. Suûd için son yaklaşmıştı[16][17][18].
İstanbul’a geldikten sonraki olan hadiseler için Tarih-i Cevdet’in 11. cildinden sayfa 15’ten itibaren günümüz dilinde özetleyeceğim.[19] “…Mısır'dan İstanbul'a gönderilen Abdullah bin Suud'la adamlarını taşıyan gemi Haliç'e girdi ve Eyüpsultan yakınlarındaki Defterdâr İskelesi'ne yanaştı. Abdullah'la adamlarının boyunlarına çifte zincir vurulmuştu. Divanyolu'ndan geçirilip Bâbıâli'ye getirildiler ve sadrazamın huzuruna çıkartıldılar. Sadrazam(Sadrazam Burdurlu Derviş Mehmed Paşa), Abdullah'ı Mısır'dan getiren kapu kethüdâsına, tatar ağasına, geminin kaptanına ve diğer görevlilere samur kürkler hediye etti ve her birine ömür boyu gelir bağladı. Abdullah'la adamları Bostancıbaşı'nın hapishanesine gönderilip Mekke'yle Medine'den çaldıkları malların ortaya çıkartılması için üç gün boyunca sorguya çekildiler.” Bu çekildikleri sorguda Abdullah’ın ifadesi ve sorgu kayıtları ise Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki belgede saklıdır ve şu şekildedir:
“Kalabalık bir birlikle Medine’ye gelen Suud, bir grup adamıyla birlikte Hücre-i Sa‘âdet’e girerken, oğlu ile birlikte diğerleri dışarıda beklerler. Buradaki bütün malları talan edip soygunu gerçekleştiren Suud, daha sonra yağmaladığı bu eşyadan “zî-kıymet ve girân-bahâ olanlarının ekserisi”ni Mekke Şerifine satar. O da damadı vasıtasıyla bir kısmını Mekke’de, önemli bir kısmınıysa Hindistan taraflarına gönderip orada sattırır. Eşyanın geri kalanın bir kısmını adamlarına dağıtan Suud, çok az bir kısmını da bir sandığın içine koyup Der’iyye’deki kızına verir. Suud’un ölümü üzerine kızı tarafından ağabeyi Abdullah bin Suud’a verilen sandık onun yakalanması üzerine Cidde valisinin eline geçer ve o da sandığı zanlılarla birlikte İstanbul’a gönderir. Abdullah bin Suud ifadesinde yine, babasının Hücre-i Saadeti soymasını asla tasvip etmediğini, zaten bu olaydan sonra babasını terk ettiğini, ölümüne kadar onu görmediğini de dile getirir. Sorgu ekibinin sorduğu sorulardan, Suud’un sadece Hz. Peygamber’in hücresini soymadığı, diğer bazı kutsal mekânlarla birlikte Hz. Hüseyin’in meşhedini soyduğu da ortaya çıkar. Ancak Abdullah bin Suud bunların hiçbirinde bulunmadığını ve konu hakkında bilgisi olmadığını beyan eder.”[20]
Bu belgeden sonra tekrar Cevdet Paşa’ya dönelim.
“Padişah, o gün yapılan cirit ve mızrak oyunlarını seyretmek için Eski Saray’a(Eski Saray bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin ana yerleşkesi içindeki rektörlüğün ve bazı bölümlerinin üzerindeki yerleşkedir ve İstanbul’daki ilk Osmanlı sarayıdır. Asıl adı ise Sarây-ı Atîk-i Âmire’dir[21]) gitmişti. Abdullah'la adamları Bostancıbaşı'nın hapishanesine gönderilip Mekke'yle Medine'den çaldıkları malların ortaya çıkartılması için üç gün boyunca sorguya çekildiler. Hünkár, o gün yapılan cirit ve mızrak oyunlarını seyretmek için eski saraya gitmişti. Abdullah'ı da adamlarıyla beraber eski saraya götürüp huzura çıkardılar. Hünkár mahkûmları bir müddet seyrettikten sonra idamlarını emretti. Sorguları sırasında Mekke'yle Medine'den ve Hazreti Hüseyin'in türbesinden çaldıkları bazı mallar hakkında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın hapsettiği öteki adamlarının bilgi sahibi olduklarını söylemişlerdi. Bu konuda Mısır'a gerekli yazılar yazıldı. Daha sonra kahvecibaşı Mehmed Ali Paşa'yla oğlu İbrahim Paşa'ya kılıç, kalkan ve ödül fermanları götürdü...’’
Abdullah b. Suûd’un sorguda söylediklerine pek de itibar edilmemiş olsa gerek. Sultan II. Mahmud, pragmatik bir şekilde merkezîleşme doğrultusunda cezîreti’l-Arab’da “kendi” valisinden başka otorite tanımamıştır.
Dipnotlar
[1]Ayman al-Yassini, “Ibn ʿAbd al-Wahhāb, Muḥammad”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World (ed. J. L. Esposito), Oxford, 1995, II, 159-160.
[2]Elizabeth M. Sirriyeh, “Muḥammad b. Suʿūd”, a.e., VII, 410.
[3]Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Târîḫu Necd, Kahire, 1924, s. 110.
[4]Muhammed b. Abdülvehhâb, Kitâbü’t-Tevḥîd, Riyad, ts. (Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye), I, 28-67, 98-111, 138-139. (Yazarın diğer eserleri: Keşfü’ş-Şübühât, Kitâbü Fażli’l-İslâm, Kitâbü’l-Cihâd, Risâle fi’r-Red ʿale’r-Râfıża)
[5]Eyüb Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, İstanbul, 1879, s. 40-48.
[6]İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara, 1972, s. 115, 117-118.
[7]BOA(Başbakanlık Osmanlı Arşivi), Cevdet-Hariciye, nr. 4355.
[8]BOA, HH, nr. 11859, 3784-P; TSMA, nr. E. 11286, E. 3402/9-10.
[9]Hayreddin ez-Ziriklî, el-Aʿlâm, III, 142.
[10]İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul, 1942, s. 112-125.
[11]Halil İnalcık, Devlet-i 'Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar - IV, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2016, s. 97.
[12]Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi I, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2011, s. 238-240, 389-400.
[13]Erhan Afyoncu, Herkes İçin Osmanlı Tarihi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 226-229.
[14]Vâsıf Ahmed Efendi, Mehâsinü’l-âsâr ve hakāiku’l-ahbâr, İstanbul, 1978, s. 279-280.
[15]Feridun M. Emecen, “Osmanlı Hanedanına Alternatif Arayışları Üzerine Bazı Örnekler ve Mülahazalar”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 6, İstanbul 2001, s. 63-76.
[16]J. H. Mordtmann, “İbn Sa’ûd”, İA, V/2, s. 799-805.
[17]Eyüb Sabri, a.g.e., s. 266.
[18]Hayreddin ez-Ziriklî, a.g.e., s. 222.
[19]Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, 11. Cilt, s. 15.
[20]BOA, HAT, nr. 344/19627, 30 Ekim 1818 (29 Z. 1233); BOA, HAT, nr. 345/19673, 30 Ekim 1818 (29 Z. 1233).
[21]Kritovulos, History of Mehmed the Conqueror (trc. Charles T. Riggs), Princeton 1954, s. 83, 93.
SEVGİLİ OGLUM ÇOK BEGENDİM YAZILARININ DEVAMINI DİLERİM TEBRİK EDERIM
harika bir yazı ve bilgilendirme - teşekkürler
Ellerine sağlık