Babam’a
Öğrencilik yıllarım bekâr odaların soğuk ve nemli duvarları arasında geçti. Evin duvarlarını renkli gazetelerle kaplamıştım. En çokta çıplak kadın fotoğrafı bulunan gazete sayfalarıyla ama babam aybaşlarında beni ziyarete gelmeden bir gün önce bütün resimli kâğıtları, o güzel ve alımlı resimleri, özellikle “nü fotoğrafları” indirmek zorunda kalırdım. Onların yerine şiir yazılı kâğıtları asardım. Masamın üstüne de bolca kitap koyardım. Sözüm ona ders çalışmasam da en azından kitap okuduğumu görsün diye. Ama okurdum da. Kitapların yanına özellikle sevdiğim kızın resmini de koyardım. Sanki unutmuş gibi, oysa mahsus yapardım. Babam genelde derslerimi pek sormaz ama okuduğum kitaplara tek tek bakardı. Özellikle devrimci, toplumsal konuları içeren kitapları okumama büyük önem verirdi. Kimi öğretmenlerim babamın öğrencisi olduğundan daha çok çekinir, korkar, okulda ve sokaklarda her zaman dikkatli olurdum. Asla şımarık, kaba, söz dinlemeyen bir çocuk değildim.
Yine bir aybaşı geldiğinde masamın üstünde duran fotoğrafı gösterip, “Bu kızı eve alıyor musun?” diye sormuştu babam. Ve kalemlerin arasında unutulmuş bir adet sigaranın ne aradığını, yoksa sigaraya mı başladın demişti. Korkmuştum. Hatta çok korkmuştum. Hayır, baba, demiştim. Sigara içmiyorum onu arkadaşlar unutmuş olmalı.” Konuyu değiştirmek için, “Uzun zamandır evde kalmaktan başım ağrıdı. Hadi dışarı çıkalım baba. Milli eğitime, banka müdürünün yanına gidelim. Ne zaman onları görsem hep seni soruyorlar oysa sen hiç onların yanına gitmiyorsun. Onlar senin öğrencin değil mi? Oysa bazen onlarla gurur duyduğunu söylersin. Hadi gidelim baba, bak dışarısı da çok güzel.” demiştim.
“Konuyu değiştirme”, demişti yüksek sesle. “Milli eğitimden geliyorum, bankada da çay içtim. Sen kızdan haber ver.”
Başka çarem yoktu. Yalan söyleyemezdim de. Arada bir geliyor, dedim. Bazen ders çalışıyoruz, bazen de bana şiir okuyor, çay içiyoruz. Çayı da çok seviyor... Bazen onun geleceği akşamlar bisküvi alıyorum. Tek lüksümüz bu. Artık gelirken bir şeyler yapıp getireceğini söyledi. Çok güzel börek açarmış...
Babamın hoşuna gitmişti. Belli etmeden gülümsediğini görünce rahatlamıştım.
“Annende harika baklava açar”, dedi. “ve kadının şiir okuması dinlendirir insanı. Devam et şiirlere ama hepsi bu olmalı. Güzellik ve dostluk budur işte. Sakın bir hata yapayım demeyin. Gelir geçer hepsi. Günü yaşayın, bir de geleceğe dair sakın birliktelik planları yapmayın. Sonra hayat kırar sizi. Birde sevdiğin arkadaşlar için para harcamaktan hiç bir zaman çekinme oğlum. Cebindeki paranın tadını arkadaşlarınla çıkarabilmelisin. Ama sana zam yapacağımı sanıyorsan aldanıyorsun, bunu kendi harcamalarından kısarak yapmalısın. O zaman başka şeylerde alabilirsin kıza. Ucuz olmasının önemi yoktur. Hediye vermek güzeldir.”
Babam inanmıştı bana çünkü yalan söylemeyeceğimi bilirdi. Ne olursa olsun, yalan söyleyemezdim. Sigara içmediğim ve arkadaşımın unuttuğu doğruydu. Sevdiğim kızın da arada bir geldiği ve sadece şiir okuduğumuz da doğruydu. Tatil günleri arkadaşlarla pikniklere ve dağ gezintilerine giderdik. Onların yanında sevdiğim kızın avuç içlerini öperdim. Dizime uzanır, saçlarını karıştırır, ellerimle gözlerini kapatır yanağından hızlı hızlı bir kaç defa kaçamak yapar gibi öperdim. Belki çocukça utanır, belki de çekinirdim biraz. Onunda yüzü kızarır, “Yapma, bize bakıyorlar”, derdi. Ama ben inadına öpmek isterdim. Evime geldiğinde ise o şiir okur, ben de küçük piknik tüpte çay demlerdim. Çok istesem de avuç içlerini dahi öpemezdim. Ellerini dahi tutmaz, saçlarını bile ellemezdim. Çünkü bana güvenerek gelirdi bekâr odama. Ne sözlerle, ne de davranışlarımla bir saygısızlık asla söz konusu değildi. O gittikten sonra onu özler, yarın sabah verilmek üzere mektup ve şiir yazardım.
Şimdi saat gece yarısını çoktan geçmiş ben bunları anımsıyorum.
Meğerki günler ne kadar hızlı geçmiş baba.
Daha dün çocuktum, bu gün yolun yarısına gelmişim...
Seni özledim baba. Hem de çok özledim....
Biliyor musun baba, okuldan sonra o kız arkadaşımdan ayrıldım. Bir kaç yıl arada bir görüştük, o bana yazdı ben de O’na yazdım.
Sonra evlenip o küçük kasabadan ayrıldı...
İnsanlar ilk aşklarını aradan ne kadar zaman geçerse geçsin unutmazmış, bana şiir okuyan o kızı da ben unutmadım. Nasıl unuturum ki; onunla yaşadığım ilk uyanışlarım, ilk heyecanım, ilk gönülden sevdiğimdi. Sadece bana şiir okumuş olsa da o ilk sevgilimdi. Ve ilk defaların hazzı bir başka oluyordu. İlklerin yerini hiç bir şey tutamıyordu. Tutamıyordu çünkü tekrarlanan şeyler artık alışıla gelmiş şeyler oluyordu.
İlk aşklar hep kaybediliyormuş baba...
Kaybediliyor ama unutulamıyormuş.
Yıllar sonra anımsanınca az ya da çok bir çift söz ediliyormuş.
Ama gidenler gidiyor ve asla geri gelmiyorlar, değil mi baba?
Bende kaybetmiştim ilk aşkımı…
Ve yıllar var ki nerede olduğunu dahi bilmiyorum.
O şirin ilçenin en güzel kızıydı O...
Beni oraya bağlayan, gece yarılarında sokaklarda yürüten ve bütün bir kasabanın en tenha yollarını öğreten o aşktı. Bütün çıkmaz sokakların ve ana yolların nereden gelip nereye çıkacağını adım adım bilirdim kaçamak buluşmalarda. İri gövdesi ve kocaman dallarıyla bize kol kanat açan yaşlı söğüt ağacı da şahittir o buluşmalarımıza. Birde yağmurlar, uzun uzun beklediğimiz saçak altları ve otobüs durakları da şahittir. Yaz aylarında balkondan önüme atılan mektupları alıp kuytu bir yerde, bir elektrik direğinin altında okuduğum yerler de tanır beni. Onlarda şahittir aşkımın anılarına. Ve çam ağaçlarının bulunduğu parkın en dip köşesinde bulunan masa ve oturağı da şahittir sevdamıza. Her seferinde cebimdeki mendille özenle temizleyip sildiğim masa şimdi hala duruyor mu acaba, bilmiyorum? Ve her buluşmamızda masanın üstüne kazılmış E ve K harflerini konuşurduk. Onların aşklarını konuşurduk. Hep merak ederdim, acaba o insanlar şimdi neredeler diye. Ya bizim sevdamız? Bizim sevdamız küçük müydü? Küçüktü galiba! Çünkü ben masayı zedelememek için ne bir kalp resmi çizdim ne de isimlerimizin baş harflerini kazıdım o masaya. Şimdi düşünüyorum da baba, insanın ruhu zedeleniyor, kalbi parçalanıyor, dünyası kararıyor, bir masanın üstü bozulsa ne olur bozulmasa ne olur, değil mi? Şimdiki aklım olsa baş harflerimizi yazmakla kalmaz, ismimizim tamamını yazardım.
Sonra şiirler yazmaya başladım âşık olduğum kıza, bağlama çalan arkadaşım bestelemişti. Benim gibi bir gecekondu da tek başına kalan üç beş arkadaşımda bilirler sevdamın ne kadar derin olduğunu. Hele bağlamasını hep benim sevdiğim türküler için söyletmesi akşamın havasını getirir, biz üç beş arkadaş bir araya toplanınca gecenin saatini unuturduk. Çünkü hepimiz âşıktık içimizdeki Ayhan hariç. Ayhan, erken saatlerde kalkıp giderdi yanımızdan. Çünkü onun bizim gibi derdi yoktu. Uykum geldi, der, biz daha saatin erken olduğunu söylesek de o bizi dinlemez giderdi. Bazen ben şaka olsun diye kapıyı kilitler onu göndermezdim. Ama bu seferde oturduğu koltuğa uzanır hemen uyurdu. Bizler çay içer, bisküvi yer, hızlı sesle türküler söylerdik. Ayhan uyur, biz türkülerle coşardık. Masamın üstünde sevdiğim kızdan aldığım mutlaka bir şey olurdu. Ya mendili, ya da benim için işlediği küçük bir gül resmi. Bazen yalnız kaldığımda hiç bir şey yapmasam da masanın başında oturur, öylece onun verdiği hediyeyi seyrederdim. Onun verdiği her şeyde sanki onu görürdüm.
Şimdi düşünüyorum da gerçekte bir yanı yetim kalıyor insanın kaybettiği her aşkta…
Ve babasını kaybedenlerde yalnız kalıyor bu dünyada…
Babam hep insanları sevmemi söylerdi. Hatta kalabalık olduğumuz bir akşam şöyle sormuştu bize; “İnsanların mı sizi sevmesini isterseniz yoksa sizin mi insanları sevmeniz daha önemlidir?”
Bütün misafirler, insanların kendilerini sevmesini istediklerini söylediklerini anımsıyorum o gece. “Hayır”, demişti babam. “Bakın nasılda topluca yanlışa düşüyorsunuz. İyice düşünmeden karar veriyor ve birbirinizin yanlışından destek alıyorsunuz.” Ben de tam bir karar verememiş her ikisinin de gerekli olduğunu düşünmüştüm. O sorunun doğru yanıtı bizim diğer insanları sevmemiz gerektiğiydi. Çünkü bizi ne kadar çok seven olursa olsun biz sevmezsek bir anlamı olamazdı.
Seni özledim baba. Hem de çok özledim.
Ben iyiyim. İyi ve daha da çok mutlu olmak için çalışıyorum. Bazen de böyle öyküler yazıyorum. Yazıyorum ki, dostlarım okusunlar ve hayatı daha çok sevsinler diye. Çünkü sevmeden hayata katlanmak daha zor olmalı.
Seni çok özledim baba.
Hayat tam gülmedi bize baba. Eksik kaldı bazı şeyler, doyasıya yaşayamadık. Erken bırakıp gittin bizi! Gülüşlerim kırıldı çoğu zaman o çocuk yüzümde. Sen rahat uyu baba. İnsanları seviyorum. Okutup adam ettin bizi. Çalıştık kazandık, müdür olduk bir yerlerde. Eğer adam olmak buysa. Ve hiç haksızlık yapmadım, hak yemedim baba. Birçok sevenim de var. Fazla param olmasa da, bana şiir okuyan, istediğim zaman kapısını çalabileceğim dostlarımda var. Hala sigara içmiyorum ama kadınları eve alıyorum. Sevgilim diyebilirim ama sadece şiir okuyoruz.
İnan bana.
Hiç yalan söylemem babam. Yalan söyleyenden nefret ederim.
Yalan söylemediğimi bilirsin.
Ve bunları yazarken ağladığımı da...[Aşk Yazarı Mustafa Çifci – Haziran 2006]