Millî Mücadele’mize Manevî Güç Veren Müesseseler ve Şahsiyetler
Bugüne kadar Millî Mücadele ile ilgili tartışmalarda sürekli hep şu söylemler dillendirilegelmiştir:
“Millî Mücadele sarıklıların değil, çarıklıların zaferiydi”
“Millî Mücadele’de asker kaçakları hep tekke, zaviye, türbe, tarikat, medrese, dergâh, cemaat gibi yerlerde saklandı.”
“Millî Mücadele’de maneviyat, şeriat ve din değil vatan sevgisi ve töreye bağlılık bizi kurtuluşa erdirdi.”
“Kuva-yi Milliye’yi imha etmek üzere kurulan Kuva-yi İnzibatiye’nin lügattaki karşılığı Hilâfet Ordusu’ydu.”
Bütün bunlar zikredilirken TBMM’nin 23 Nisan 1920 tarihindeki açılışının Hacı Bayram Veli Camii’nde kılınan Cumâ namazı sonrası dualarla ve kesilen kurbanlarla, Buhârî-i Şerif’lerle, Peygamberimizin Hırka-i Şerif’iyle ve lihye-i saadet ile (Peygamberimizin mübarek sakalı) yapıldığı, TBMM’nin iki Başkanvekilinden birinin Mevlevîhâne Postnişini olduğunu, diğerinin de Bektaşi Şeyhi olduğunu, TBMM kürsüsünün arkasında Şura Suresi’nin 38.ayeti olan “Ve emruhum şura beynehüm”ün asıldığı bir tablonun var olduğunu, çileli milli şairimiz Üstad Mehmed Âkif’in İstanbul’dan Ankara’ya Özbekler Tekkesi üzerinden geçiş yaptığını ve İstiklâl Marşı’mızı Taceddin Dergahı’nda kaleme aldığını, TBMM’nin resmi olarak hafta tatili olarak mübarek cumâ gününü seçtiğini milletçe unutmuş durumdayız.
İşin daha da vahim olanı, Trablusgarp Savaşı’ndan Balkan Savaşları’na ve en son da Birinci Dünya Savaşı olmak üzere büyük savaşlara “vatan, millet, kızılelma, töre” gibi söylemlerle girip günün sonunda sayısı binleri aşan şehitler veren ve her evinde, ocağında sakat veya hasta dönmüş gaziler olan yoksul Anadolu insanının beş vakit secdeye gidip duâ ettiği Rabbinden ve başını soktuğu eviyle avlusundan, ekip biçtiği bağından tarlasından başka hiçbir şeyciğinin kalmadığı, insanların artık kendi meskenine düşman askeri yaklaşana kadar eline silah dahi almamaya tövbe edip vatana dair umutlarını tüketmiş durumda olduğu ve halkı kurtuluş için son bir savaşa ikna etme işini üstlenmede Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleriyle birlikte manevi heyecan üzerinden halkı uyandırmaya çalışan gönül erlerinin başı çektiği maalesef resmi tarih nezdince görmezden gelindi ve sansüre maruz kaldı.
Şimdi hep birlikte gayriresmi tarihe ışık tutalım ve unutulmaya yüz tutan simaları ve hakikatleri yeniden hatırlamaya çalışalım.
Az çok herkes işgalcilere karşı ilk kurşunu sıkan babayiğitlerden biri olan Maraş’taki Sütçü İmam’ı bilir fakat hiç kimse yine Maraş’taki anti-emperyalist direnişin en mühim öncülerinden biri olan ve halkın “Vezir Hoca” olarak bildiği, “Gavurun Kurşunu Bize İşlemez!” diye haykırarak düşmana pabuç bırakmayacağına dair Kur’ân-ı Kerîm’e basarak yemin eden ve Maraş halkına moral aşılayan müderris Mehmed Alparslan’ı bilmez. Yine Maraş Ulu Camii’nin imamı olan ve kalesinde bayrağı dalgalanmayan bir ülkede cuma namazının kılınmayacağını söyleyerek halkı harekete geçiren Rıdvan Hoca, Türk milletinin unutmaması gereken müstesna bir zâttır. Yine aynı yörede kapı kapı, ev ev dolaşarak ümitsiz halkı son bir savaşa ikna etmeye çalışan Ali Sezai Efendi hep rahmetle yâd edilmesi, saygıyla hatırlanması gereken bir şahsiyettir.
Hakeza yine müderrislik ve birçok camide vaizlik yapmasıyla bilinen Çelik Alay’ın kurucusu Hoca Şükrü olarak bilinen ve aslen Afyonlu olan İsmail Şükrü Efendi’nin hatırlanmaması çok hazin bir durumdur. Hatta Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine Afyon halkı gibi Ankara halkını da irşad etmesini rica ettiğini dahi bugün kimse hatırlamaz.
Hakeza Aydın Cephesi’nde önemli icraatlara imza atan Esad İleri Hoca, Millî Mücadele’nin manevî gücü olan şahsiyetlerden biridir.
Yine İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi’nin tıpkı Mustafa Kemal ve Kuva-yi Milliye karşıtı fetvalara karşı aldığı fetvalarla ulusal direnişe katkı sunan Ankara Müftüsü Börekçizade Rifat Efendi’yi aratmayacak bir cengaverliği ortaya koyarak İzmirlilerce “Kalpaklı Müftü” olarak anılmasını evlatlarımıza, yeni nesillere öğretmemiz icap eder. Öyle ya, Yunan’ı İzmir’de denize dökerek Timur’un İzmir’i Haçlı prenslerinden kurtardığı gerçeğini tekerrür ettirdiği için Buhara Cumhurbaşkanı Osman Kocaoğlu tarafından Timur’un İzmir’de kullandığı kılıçların Mustafa Kemal, Şerafeddin ve İsmet Paşalara hediye edildiği hakikatinin bilinmesi ne kadar kıymetliyse Kalpaklı Müftü Rahmetullah Efendi’nin hatırlanması da o kadar kıymetlidir.
Bu vesileyle Buhara ve Osman Kocaoğlu demişken bugüne kadar Millî Mücadele’de bize Ruslar tarafından verildiği iddia edilen askeri ve finansal desteklerin gerçek kaynağının Buhara kökenli soy ve din kardeşlerimizin, Osman Kocaoğlu’nun olduğunu bir kere daha hatırladıktan sonra Anadolu’daki soy ve din kardeşlerinin kurtuluşuna yardımda bulunarak katkı verdiği gibi kendi halklarının da Rus esaretinden kurtulması için mücadeleler vermesine rağmen Türkistan’dan ayrılarak Anadolu’ya hicrete mecbur kalan ve anavatanının hasretiyle vefat eden Osman Kocaoğlu’nun İstanbul’da defnedildiği yer olmasının yanı sıra Trablusgarp Savaşı’ndan Birinci Dünya Savaşı’ndaki Yemen Cephesi’ne hatta Millî Mücadele’ye kadar Osmanlı ve Türklük için savaşmaya giden yiğit bir asker olan, Kuşçubaşı Eşref, Şeyh Ahmed es-Senusi gibi isimlerle dostluğu olan Zenci Musa’nın da kabrinin bulunduğu Özbekler Tekkesi’ne de Kurtuluş Savaşı bağlamında ayrı bir parantez açılması gerektiği kanaatindeyim.
Türkistan asıllı seyyah dervişler tarafından Osmanlı devrinde kurulan Özbekler Tekkesi, İstanbul’un Üsküdar ilçesinde bulunmaktadır. Nakşi ekolünden olan bu tekkede Buhara kültürü yaşatıldığı için literatüre “Üsküdar’daki Buhara” olarak geçen Özbekler Tekkesi, Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’dan Ankara’ya geçmeye çalışanların uğrak noktası haline gelmiştir. Yukarıdaki satırlarımızda da belirttiğimiz gibi İstiklâl şairi Mehmed Âkif, Özbekler Tekkesi üzerinden Ankara’ya gidenlerin başında gelmektedir.
Hakeza Mustafa Kemal Samsun’a geçiş yaptıktan sonra tarihi Havza mitingi öncesi bir avuç vatanseverle gizlice buluştuğu mekan olan Samsun’daki Sadi Tekkesi’nin Samsun Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne ev sahipliği yaptığını unutmamalıyız.
Hakeza Balkan Savaşlarında ve Millî Mücadele’de faaliyet gösteren Mevlevî Alayı’nı ve Mevlevîhânelerce ortaya konan anti-emperyalist duruşu, Atatürk’ün Selanik yıllarında Mevlevileri takip ettiğini, hatta tekke, zaviye ve türbeler kapatıldıktan sonra bile Atatürk-Mevlevi ilişkisinin hiç kopmadığını hafızamızdan silmemeliyiz. Ayrıca TBMM’de iki başkanvekilinden birinin Mevlevî Postnişini Abdülhalim Çelebi, diğerinin de Bektaşi şeyhi Cemaleddin Çelebi olduğu gerçeğini resmi tarih yazmasa da bilmeliyiz. Daha da mühimi bugün Atatürk’ün arkasına saklanarak Mevlânâ’ya ve Mevlevîliğe yönelik saldırı yapanlara karşı bu tarihi hakikatleri sürekli haykırmalıyız.
Elbette ki altı hassasiyetle çizilmesi gereken bir diğer unsur da Bektaşiliktir ki Moğol istilasından kaçarak Horasan’dan Anadolu’ya hicret eden ve yerleştikleri Ankara’da 1290 yılında gerek Anadolu tarihinin olsun gerekse Türk tarihinin olsun ilk cumhuriyet yönetimini kuran ve Atatürk’e de Cumhuriyet’i ilan etmesinden Ankara’yı hükümet merkezi yapmasına kadar ilham olan Ahi teşkilatının nüvesi Bektaşiler, Osmanlı’nın gelişiminde de pay sahibi olmuşlar ve bilhassa Yeniçeri Ocağı’na ruhlarını vermişlerdir. Yıllar yılları, asırlar asırları kovalamış ve Anadolu, İtilaf Devletleri tarafından işgale uğrayınca en başından itibaren ulusal direnişten yana safını belleyen Bektaşilerin şeyhi Cemaleddin Çelebi, TBMM’nin iki başkanvekilinden biri olmuştur.
Yani sonuç olarak Millî Mücadele’ye ulema çevresinden olup manevî açıdan destek olan fakat resmi tarih tarafından pek anılmayan müesseseleri ve şahsiyetleri kaleme aldığım bu yazımı tarihimizin kaydedilmeyen, müfredata alınmayan, gayriresmi kısımlarının bir gün tüm şeffaflığıyla ortaya konacağı günlere hep birlikte erişmeyi temenni ederek sonlandırmak istiyorum.
Bugünlük bu kadar kâfi…