7 Ağustos
Kartal Kapalı Cezaevi’nin önünden çok geçmişliğim vardı. Her defasında içerdekileri düşünürdüm: Şimdi ne yapıyorlardır? Karanlık günlerini mi sayıyorlar, yoksa çıkacakları günü mü bekliyorlardır? İnsan, önceden içine doğar bazı şeylerin. Belki de yaşanacak olanı sezdiren bir duyudur bu. Ve işte, şimdi önünden değil, içinden geçiyorum bu cezaevinin.
Kelepçelerim çıkarıldı. Dış dünyayla bağım kopmuştu. İçeride bir hamam böceğine dönüşüyordum resmen. Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi... Geçici koğuşa tıktılar. Öğle yemeğine rast geldi. Masada yemeklere gömülmüş mahkûmlar beni ya fark etmediler ya da yemeklerinden önemsiz buldular. Birisi “Sende yemeğini al, aç durma,” dedi. Ben de iki kaba gömüldüm.
Sabah 8’de açılan, 11 adımlık bir yerde toplandık. Gökyüzünü yalnızca orada görebiliyorduk. Tanışma faslı başladı. “Sen neyden girdin?” sorusu geldi hemen. “Yumruktan,” dedim. Gülüştüler. Kasti yaralama yüzünden içerdeydim. Çoğu ise adam öldürmeden ya da öldürmeye teşebbüsten yatıyordu.
Maraşlı vardı, elli sekiz yaşlarında bir otobüs şoförü. Trafikte kavga etmişti. En hafif ceza onundu. Sabah akşam sekiz sayımıyla göğü gördüğümüz o pencere açılıyor, sonra kapanıyordu. Kapı kapanınca daralıyordum. İkinci kat merdivenlerine oturur, konuşanları dinlerdim. Bir nebze olsun hafiflerdim. Yine de zaman iğne deliğinden akıyordu.
Şekerim yüksekti, belim incinmişti. Nezarethanede iki sandalyede uyumaya çalışmış, çuvallamıştım. Günler aksayarak geçti. Genç mahkûmlar saygılıydı, yaşı büyükleri kırmazlardı. Maraşlı ile sonra yine aynı koğuşa düştük. O iki gün önce çıktı; ben yan gelip yattığım yerde kaderi tartmaya devam ettim.
Temizlik sıkıydı. Duş, kıyafet, hatta diş fırçalama… Benim alışkanlığım yoktu; ağzımı çalkalardım, o kadar. Ama asıl bela, tahta kurularındaydı. Altı gün boyunca koğuşun her yanı istila altındaydı. Neden bilmem, ilk günler bana dokunmadılar. Belki de böceğe dönüşmüş biri, diğer böcekleri kendine çekmez. Ama sonra musallat oldular. Kitap okurken karanlıkta gizleniyor, uyumamı bekliyorlardı. Bazı duvarlar ölü böcek kanıyla boyanmıştı.
Geceleri kitap okuyordum. Belki de tek özgürlük buydu. Kelimeler, dört duvarı aşmanın yolu oluyordu. Ama yatakta kitap elimde uyuyakaldığımda, böcekler arasında, bir kez daha Gregor Samsa olduğumu düşünmeden edemiyordum.
Her sabah binlerce kez şükrederek uyanıyordum. Çünkü geceyi atlatmak bile başlı başına bir sınavdı. Ve aslında her günüm, o sabahı bekleyen uzun bir sınav gibiydi.