9 Ağustos – Dördüncü Gün
“Arkadaşlar sayım, çabuk hazırlanın!”
Üç kez yankılandı bu ses. Güne uyanışımız bir horoz ötüşüyle değil, demirin soğuk tınısıyla oluyor burada. Yatağımdan kalkıp sıraya dizildim. Bir gardiyan kapıyı açtı, göz ucuyla bizi saydı, diğeri deftere rakamları işledi. Gün her zaman bir sayı ile başlıyor ve biz de o sayının içine sıkıştırılıyoruz. Yine de gariptir, her biri Allah’ın selamını eksik etmez, “Allah kurtarsın” derler. İnsan, demirin ardında dahi inancın yankısını işitiyor.
Mapusun içindeki çoğunluğa baktığımda, çıkıştan sonra güzel bir yaşama yelken açacaklarına inanmak hayale benziyor. Bir süreliğine dışarı çıkan, yine buraya dönüyor. Sanki kader, insanın ayak bileklerine zincirli. Suç işlenmeye hazır bir düşünce gibi sürekli ağızlarda dönüyor: “Bir daha olsa yine yaparım.” Uyuşturucuya düşmüş olanları açık havada geçen günlerimde tanıdım; gözlerindeki ışık sönmemiş ama akılları aynı gölgede kalmış. Çıkış onlar için yeni bir başlangıç değil, yeni bir durak.
Bugün Maraşlı Erol abiyi başka koğuşa uğurladık. Onunla beraber baba-oğul da ayrıldı. Baba Çetin abi iyi bir insandı, toplum adamıydı; ara sıra yanıma oturur sohbet ederdi. Oğul ise tam zıddı, bilmiş ve ukalaydı. İnsan aynı kanı taşırken nasıl bambaşka iki yüz gösterebiliyor, düşündürücü.
Yunus Emre vardı, genç. Hikâyeleriyle koğuşun gri duvarlarına renk katan biriydi. Uykusuz gecelerimde onun anlattıklarıyla vakit geçirdim. Onunla da dışarıda karşılaşmıştım; aynı kaderin iki ayrı köşesinde oturmuştuk. Ben yumruğumu yakalatmıştım, o silahını.
Koğuşumuz boşaldı biraz. Yerine yeni gelenler oldu: Paşabahçeli Savaş. Karakteri bambaşka. Eski bir CHP’li başkanmış; iş bitirici. Susuz kal, suyu bulur. Kitap iste, ertesi gün önünde olur. Getirdiği bir gelişim kitabını iki günde bitirdim. Bir insanın varlığı, mapusta dahi hayatı kolaylaştırabiliyor.
Ve sonra Ümit geldi. Ne hikâyeler anlattı! 85 ülkeye gitmiş, çatışmalardan, adam vurmalardan, kayıp dostlardan bahsetti. Ukrayna’dan Meksika’ya, Arjantin’den Kolombiya’ya… Kırk yaşında ama yüzünde elli yılın yükü var. Onu dinlerken şunu düşündüm: Her mahkûm bir kitaptır, her yüz bir hikâye. Duvarların ardında aslında bir kütüphanede gibiyim. Burada tek fark, kitapların sayfaları zincirle kapatılmış.
Felsefi açıdan bakınca, mapus denen yer bir laboratuvar gibi. İnsan ruhunun en çıplak hâlini gösteriyor. Suç, pişmanlık, inat, umut, hayal kırıklığı, inanç… Hepsi aynı yerde, aynı havayı soluyor. Burada öğrendim ki insanı insan yapan, özgürlüğü değil; özgürlük yokken bile düşünebilmesi, anlam üretebilmesi.
9 Ağustos, dördüncü gün: Ben hâlâ sayının ötesinde kendimi bir insan olarak saymaya çalışıyorum.