Kişisel Tatminlerin Tahrif Ettiği Tarih

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik kesimi aşan kişilerin (nefes alma, yemek, su, boşaltım, cinsellik, uyku sağlıklı metabolizma) aniden duvara toslayıp herkesin hafta sonu için çalıştığı ülkemizde sosyal aktivitelerden çoğunlukla mahrum insanların tutunabildiği sayılı dallardan birisi olan “Tarih”in, ilim olmaktan çıkıp halkın ağzında sakız olması ne gibi problemlere yol açabilir?

Bunun her şeyden önceki ilk sebebi suistimale açık bir toplum olmamızdan kaynaklı. TÜİK’in araştırmalarına göre 2017 yılında bir Türkiye vatandaşının ihtiyaçları arasında kitap, kendisine ancak 235. sıradan (yazıyla İKİYÜZOTUZBEŞ) yer bulabildi. Aklını sosyal medyanın gönderilerine ya da “bilirkişilerin” güvenilmez kollarına kiralayan halkımız, kandırılmaya daha çok mecburdur.

Elbette herkesten her konu hakkında okuma yapmış olması beklenemese de en azından çalışır vaziyetteki bir muhakeme mekanizması çok iş yapacaktır. Gerçi bunun için (çok yararlıymış gibi) market açar gibi açtığımız üniversitelerde de bilgi üretimi yapılamıyor ki teorisi yapılabilsin. Umberto Eco, modern üniversiteleri tanımlarken işsizliğin kamufle edildiği park alanları olduğunu söylerken gerçekten de oldukça yerinde bir tespit yapmıştı. Bilgi, kendini dikte eden bir şey olmasının yanı sıra iyice hazır tüketilmek üzere ambalajlanmış bir “meta” haline geldi. Artık herkesin bilgisi yok, yorumu var.

Peki tarih bu işin neresinde derseniz aslında tam da merkezinde. Tarihi bu kadar seven bir toplum, genellikle gelecekten umudunu kestiği için -eğer de güzel pazarlanıyorsa- geçmişle kendini avutur. Açıkçası Kanunî’nin iki saatte Macaristan’ı Osmanlı’ya katması kültürel bazı izler dışında hemen hemen günümüz Türkiye’sine doğrudan hiçbir katkısı yok. Ya da kadırga dediğimiz kürekli gemileri 144 kürekçinin çektiği bilgisi gündelik dertleri olan halk için hiçbir kıymet taşımamakta. Artık bilgilerin harmanlanıp daha kapsayıcı soruların doğru tahlillerle işlendikten sonra dokunmasıyla bu iş yürümekte. Mesela “Kanunî Macar ordusunu nasıl iki saatte yendi?” sorusu, çalışması oldukça keyifli bir konu olmakla beraber bir askerî tarihçinin konusu. Bunun halka indirgemesi sonucunda işe ortaya bomboş bir meta ortaya çıkar: slogan.


Tabii ki de bilinçli ve bilgili bir halkın kaymağını yemek çok keyifli olur. Ancak %0.01 okuma oranıyla, onun da ötesinde okuduğunu anlayıp üstüne yorumlama konusunda avam kesimden istisnai örnekler dışında medet ummamaya özen gösteriyorum. İnsanları içi boş sloganlara kaptıran yegâne unsur da bir noktada devletin ta kendisi. Doğrudan devlete bağlı bir televizyon kanalında yayınlanmış olan II. Abdülhamid ile alakalı dizide “Fehim Paşa” örneği çok yerinde olacaktır. Fehim Paşa, o malum dizide özetle uyuşturucu ile mücadele eden, istihbaratçı, devleti yıkmaya çalışan hainlere karşı mücadele veren bir cengaver(!) olarak lanse edilse de acaba bu ne kadar gerçekle örtüşüyor?

II. Abdülhamid’in sütkardeşinin oğlu olan Serhafiye Fehim Paşa, kelimenin tam anlamıyla mafyadır. Adamları Beyoğlu’nda silah seslerinden geçinilemez hale gelmiş üç adet kumarhane işleten, Veliahd Reşad Efendi’yi(Sultan V. Mehmed Reşad) sapıklık derecesine kadar takip eden/ettiren, Almanya Sefiri’ni cuma selamlığından sonra takip ettikten sonra tehditkârî hareketlerle taciz eden, Zaptiye Nezareti içinde polis memuruyla Nazırın akrabasını tekme tokat döven, Fuad Paşa’nın Şehzadebaşı’ndaki konağını kuşatarak şehrin ortasında Paşa’nın adamlarıyla çatışmaya giren bir adamdır. Üstelik bunlar, vukuatlarından sadece birkaçıdır. Kendisiyle dönemin birçok bürokratı ile de sık sık ters düşer. Kabasakal Mehmed Paşa, Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa, Fuad Paşa, Alman Sefiri Marschall von Bieberstein başta olmak üzere neredeyse diğer tüm sefirler(büyükelçiler) ve hatta Sadrazam Ferid Paşa bile bu kervana katılanlar arasındadır. Fehim Paşa’nın ölümü ise Bursa’ya sürüldükten sonra yerel halk tarafından linç edilerek gerçekleşti.

Ama ne hikmettir ki bu olayları hiç göremeyiz. Madalyonun bizim görmemizi istenilen kısmıyla yetinmek zorundayız galiba. Olsun, canları sağ olsun. Bu size basit bir olaymış gibi gelebilir. “Aman sen de bunu böyle anlatıversinler.” ile yetinmek, diğer bütün suistimallere davetiye açmaktır. Bilgide seçicilik yapmak istiyorsanız söyleyecek bir sözüm yok ne yazık ki…

İşin bir de çeşitli ideolojik saptırmaları var. Nasıl ki Osmanlı ekonomisinin anti-kapitalist olmasının Marksist tarihçilerce allanıp pullanması saçma ise 13 Mayıs’ın da Dil Bayramı olması bana saçma gelmekte. 13 Mayıs 1277’de ilan ettiği fermandan yola çıkılmakta. Bir kere bu dil mevzusuna gelmeden hemen önce değinmek istediğim konu Türkiye’de kurumların kuruluş tarihlerinin nedense inanılmaz derecede abartılmasıdır. Bundan şikayetçi ya da ilk dile getiren kişi elbette ki ben değilim. Edhem Eldem ve Emrah Safa Gürkan çeşitli yazılarında daha önce bu duruma çok güzel değindiler.

Benim de aktarmam gerekirse ilk taş atacağım kurum İstanbul Üniversitesi. Temellerinin Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu Sahn-ı Seman Medreseleri’ne dayandığını iddia etseler de medresenin inşaata başlangıç yılı 1463 olup açılış yılı ise 1470’tir. Ama nedense logoda 1453 ibaresi ısrarla yıllarca yer almakta. Bence yetinmesinler ve Bizans zamanında II. Theodosius tarafından M. S. 425’te kurulan Konstantinopolis “Üniversitesi” esas alınsın. Nasıl fikir? İstanbul Üniversitesi’nin esas kuruluşu 1900 yılında gerçekleşmiş olsa da illa kökenlere daha da inilecekse sadece 37 yıl geriye gidilerek ilk dersin verildiği 1863 yılına gidilebilir.

Şayet “Bologna Üniversitesi 1088’de kurulurken bizimkisi neden 1453’te kurulmasın ki?” diye bir serzenişte bulunacak olursanız modern anlamda üniversite tanımlaması yapalım. Modern üniversite; kurumsal özerkliğe sahip, fakültelere ayrılmış yapısıyla organize olmuş, diploma verme yetkisini haiz, akademik özgürlük ve kurumsal süreklilik ilkelerine dayanan, hem öğrenci hem de öğretim üyesinin ayrı ve tanımlı bir aidiyet ilişkisi içinde bulunduğu kurumsal bir yapıdır. Bu unsurların bir araya geldiği en arkaik ve hâlâ çalışan kurum Bologna’dır. Bizdeki tipik medreseler ise geleneksel-religiyöz müfredatlardan ibaretti. Yani amiyane tabirle yüzyıllar boyunca tüm öğrencilere aynı eserleri okutup ilmiye bürokratı yetiştiren kurumlara modern anlamda bir üniversite yakıştırması yapılamaz. Dönemine göre çok iyi bir proje olan Sahn-ı Seman, şayet sürdürülebilseydi işte o zaman temellendirmeyi konuşmamız daha mantıklı olurdu.


Türk Silahlı Kuvvetleri ise Kara Ordusu’nda daha da geçmişe atıf yaparak M. Ö. 209 gibi absürt bir yılı başlangıç kabul eder. Orta Asya’daki kadim Türklerin ne kültürel ne fiziksel ne de zihniyet kavramlarıyla bizimkilerle abartıldığı kadar uyuşmadığı gerçeğinin yanı sıra böyle bir tarihsel devamlılıktan bahsetmek çok gülünç. Aradan geçen binlerce yılın yanı sıra askerî devrim ile savaş sanatının baştan sona değiştiği ve yüzyıllar içinde gittikçe ağır sanayi ürünlerinin çarpışmalarına tanıklık ettiğimiz bu alanda 2200 yıl geriye gitmek ne kadar mantıklı? Almanya Kara Ordusu’nun (Heer) kuruluş yılını neden Prusya’nın kuruluşundan dolayı 1525 yapmıyor da 1955 yapıyor? Onlardan çok daha savaşçı bir milletiz -böyle bir genellemeyi kabul edelim- fakat bu 2200 yıl geriye gitmemiz gerektiği anlamına mı gelir? Tamamıyla mantıkdışı. Tamam, yine geçmişe atıf yapmak isteyelim. Yaya elit birlikleri olan Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunu ele alalım desem iki nedenden dolayı elimde patlar: birincisi Yeniçeri Ocağı’nın tam olarak ne zaman kurulduğunu bilmiyoruz, ikincisi de Vak’a-i Hayriyye (II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı ilga etmesi) ile bunun travmatik boyutundan dolayı sanki seçmesek daha iyi. Başka arayışlara girdiğimde de aklıma modern anlamda Yeniçeri Ocağı ilga edildikten sonra 1826’da kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye’den başka bir kurum gelmiyor. İsminden dolayı cumhuriyet kadrolarının çizmek istediği imajla çok uyuşmasa da en uygun seçenek bu gibi gözüküyor.

13 Mayıs’a geri dönelim. İbn Bîbî, El Evâmîru’l Alâiyye Fi’l Umûri’l Alâiyye isimli eserinde tarihî bir olay anlatırken araya birden girerek meşhur fermanı bize nakleder: “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka lisan konuşmayacak diye karar aldılar…”

Sadece bu kadar. Evet, elimizde o dönemdeki tek yazılı eser bu. İbn Bîbî mezkûr fermandan yaklaşık 3-4 sene sonra bu eseri kaleme alıyor. Ord. Prof. Dr. Osman Turan’a göre bu fermanın temel nedeni millî bir bilinç yaratmak yerine siyasî-kültürel nedenlerin bir sonucudur. Tıpkı Selçuk Bey’in zamanında Cend’e göçünce müslüman olmasının nedeni çok içtenlikle beğenmiş olması değil, siyasî gerekçelerden dolayı benimsemesi gibi. Benim derdim Türk tarihinde unutulmayacak bir yermişçesine bu fermanı eğip büken ve halka yedirenlerle. Birincisi “divan, dergâh, bârgâh” Farsça kelimelerken “meclis ve meydan” Arapça kelimelerdir. İkincisi İbn Bîbî bu eseri bile Farsça yazmakta. Bu ferman ile Türkçenin bir noktada üzücü bir şekilde açıkça nerelerden kovulduğu görebiliyorken bu fermanın yarattığı etki ise neredeyse sıfıra yakın. Kaldı ki her şeyin de ötesinde Prof. Dr. Erdoğan Merçil, bu fermanın Karamanoğlu Mehmed Bey tarafından ilan edilmiş olduğunu da çürüttü. Yani ortada bir ferman var ama bu fermanın kim tarafından alındığını, tam olarak hangi gerekçelerden dolayı alındığını, fermanın tepkileri ve etkileri hakkında hiçbir malumata sahip değiliz. Kendimizi tarih yoluyla tatmin etmekten başka hiçbir iş yapmamışız anlaşılan.

Diğer ülkelere bakıldığında bizimki gibi açık bir “Dil Bayramı” olmadığı da aşikâr. Bu duruma istinaden sırf onlar kutlamıyor diye kutlamamamız saçma olur fakat bizim neden bu kadar tarihten nemalanıp malumatfuruşluk yapmamız hususunu aklım almıyor. Güzel Türkçemizi canlı tutmak, tarihî atıflarla sadece bir gün kullanmak yerine dilin canlı bir yapı olduğunu kabul edip layığıyla kullanmaya çalışmak sanıyorum ki çok daha etkili olacaktır. İlle de “Dil Bayramı” kutlanılması isteniyorsa Sir William Redhouse’un bizim için hazırladığı(!) ilk sözlüğü kutlamak kulağa pek hoş gelmiyorsa 1901’de tamamlanan ve müellifinin Şemseddin Sâmi olduğu Kamûs-ı Türkî hem çok daha anlamlı hem de daha makul bir tarih olur. Bunu beğenmeyip “Yok arkadaş, binlerce yıllık kadim devlet.” diye tutturursanız Dîvânu Lugâti't-Türk’ün tamamlanış günü olan 12 Şubat 1074 ne güne duruyor? Örnekler böyle zikrettiğim her kurum ya da özel gün için çoğaltılabilir hatta daha iyileri bulunabilir.

Kibarca “tarih tatminkarlığı”nı, utanmadan dini meşrulaştırmak ya da daha doğrusu hak çıkarmak için temel alan bir grup da mevcut. Bu gruba göre 36 Osmanlı padişahının 36’sı da şeyh, evliya, derviş rütbesinde adamlar. “Veli” olarak tanımlanan “Sofu” II. Bayezid, şehzadeliğinde bir esrar bağımlısıydı. “Böyle derviş olur mu?” diye insan kendisine sormadan edemiyor. Peki neden II. Bayezid’e “Veli” unvanı layık görülmüştür? Hemen açıklayalım. Çünkü Fâtih Sultan Mehmed’in tarikatlardan alıp mîrî yani devlet arazisine dönüştürdüğü vakıf arazilerini, oğlu II. Bayezid tekrar eski sahiplerine iade edince övgü kaçınılmaz oluyor. Şeyh uçmaz, mürid uçurur.

Dini çıkarlarına alet eden kesimin en çok faydalandığı şahsiyet olan II. Abdülhamid ise belki de tüm padişahlar arasında en alafranga yaşam tarzına sahip olan isimdir. Batı tiyatrosunu çok seven II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’nda kendisine has bir tiyatrosu olmasının yanında tiyatro eserlerini kendi ceyb-i hümâyunundan finanse edip üstüne kurguda eklemeler yaptığını bile biliyoruz. Bunun yanında İtalyan operacılardan Rossini, Verdi ve Vivaldi’yi çok severek dinlediği de aşikâr. Yine bu kesimin duyunca beynine pıhtı atacak olan bir gerçekse gençliğinde babasının tavsiyesiyle içki de içtiğidir.

İslâm dininde müslümanın ayıbı varsa onu örtmek güzel bir davranış olarak telakki edilir. Fakat tarih bilimi, tekli koltuğun önündeki pencereden yapılan mahalle dedikodusu değildir. Selektif pragmatist bu davranış, gerçeği saptırmaktan başka bir şey değildir. Kendisi devrik olduğu zamanda kişisel doktoruna bu olayları anlatmaktan çekinmese de bazı kişiler nedense bu durumu yediremiyor. Enteresan. Unutmadan dedesi II. Mahmud’un da aşırı derecede şarap tüketimine bağlı olarak mide kanamalarıyla acılar içinde hayatını kaybettiğini de ekleyelim. Osmanlı sarayı, Başakşehir Kayabaşı mahallesindeki herhangi bir ev değildir. Devletin idare edildiği yapı olmasının haricinde sınırların içindeki en lüks ve en imkânlara sahip mekândır.

Müzik, bilindiği gibi İslâm aleminde en azından teorik anlamda çeşitli mezheplerce pek hoş karşılanmaz. Din İşleri Yüksek Kurulu bir sakınca görmezken bazı kollarca müzik, şarkı vs. terzil edilir. Dinci geçinen kesim, gelenekselleşmiş olan bu iddialarını çok beğenip kusursuz gördükleri Osmanlı sarayına acaba ne kadar entegre edebilirler? II. Bayezid, IV. Murad, I. Mahmud, III. Selim, II. Mahmud, Sultan Abdülaziz ve V. Murad gibi doğrudan ustalıkla icra edenlerin yanında Osmanlı sarayında müzik de raks da neredeyse hiçbir zaman eksik olmamıştır. Fakat galiba ben bunları İngiliz kitaplarından okuduğum için böyle biliyorum. Tıpkı diğer akademik tarihçiler gibi. Umarım bu hikmet şelalelerinden biz de en kısa sürede faydalanabiliriz.

Cumhuriyet Türkiye’si de bu tatminkârlığın had safhada olduğu alanlardan bir tanesi. Mustafa Kemal Atatürk üzerinden tüccarlık yapanlar da bu yazımda eleştiri konusu olacak. Atatürk’e ait olmayan sözlerin çığ gibi olduğu dijital alemde, gelin doğru bildiğimiz ancak Atatürk ile alakası olmayan sözlere değinelim.
“İstikbal göklerdedir./Saraylarını, azametlerini, taç ve tahtlarını başlarına yıkacağım!/Beni Türk hekimlerine emanet ediniz./Adalet mülkün temelidir…”
Diye liste uzayıp gitmekte…

Neden böyle öğrettikleri çok net olmakla birlikte insanların neden buna ihtiyaç duyduğunu anlamıyorum. Sanırım cehalet böyle bir şey olsa gerek.

Bunların da ötesinde tarih, bir hesaplaşma aracı olarak kullanılıyor. Kesimlerarası savaş meydanının başlıca aktörüdür tarih. Ne kadar acınasıca. Geçmişte haksızlığa uğrayan ya da uğradığını zanneden zümre, koştur koştur tarihe vararak algıda seçicilik ile davasına taraftar ve meşruiyet aramakta. İlginçtir ki bulmakta da. Bilim, ilerleme katedilen alandır. Türkiye ve halkı belki de en kuvvetli olacağı bilimde böylesine ufak ödeşmelere tarih bilimini harcarsa ve buna keçi inadıyla devam ederse dünya standardizasyonunda aşağı sıralardaki yerini sağlamlaştırmaya hazır olmalı.

Fakat artık şunu da kabullendim. Ne kadar bu işi iyi bir şekilde icra etmeye çalışırsam çalışayım mevcut gerçekler bir alt tabakaya sirayet etmeyecek. Onca tezlerin, kitapların, sempozyumların karşısında sosyal medya gönderilerinin galip gelmesi canıma dokunsa da gerçek bilgilere vakıf olmanın hazzını da biz tarihçiler yalnız yaşayacağız. Gerçi “tarihçi” sıfatıyla gezen şarlatanlar da bu zincirin birer halkası olduklarını düşünseler de acı gerçeği yine sadece biz bileceğiz.

Eğitimin ve özellikle tarih eğitiminin sorunlu olduğu bu topraklarda bu sıkıntı hep de var olacak gibi gözüküyor. Fakat emin olun entelektüel bir uğraş veya akademik haz haricinde tarih, o kadar da sizinle ilgili bir alan değil. Zaten başta zikrettiğim gibi, karın doyurmak için günlerce vaktini heba eden insanlar yaşam amaçlarına kaynak olarak bu alana yöneliyor. Gerekli refaha erişen ve yarını düşünmeden uyuyabilen bir halkın, içinde bulunduğu bolluktan dolayı geçmişteki muzaffer anılara ihtiyacı kalmayacaktır. Dürüstçe fikrimi soracak olursanız tarihi öğrenmeseniz, bilmeseniz de olur. Eğer kendi çıkarlarınıza alet edecekseniz…

Pink Floyd yıllardan beri eğitim konusunda oldukça haklıydı. Bilmemek her zaman mutluluktur. Mutlu olun. Hele ki tarih eğitimi konusunda…

“We don't need no education
We don't need no thought control
No dark sarcasm in the classroom
Teacher, leave them kids alone

Hey, teacher, leave them kids alone
All in all, it's just another brick in the wall
All in all, you're just another brick in the wall”
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.