KİLİT VE ANAHTAR

          

Kadın, zengin kocasının koluna girmiş vaziyette; fakir olduğu için evlenmediği, ancak zamanla meşhur olup konferanslar düzenleyen şairin konferansına gider.

         

Şair de şiirler de çok etkileyicidir.

           

Konferans bitince kadın kocasıyla birlikte, şairin lobiye çıkmasını bekler.

           

Aslında kadının amacı:

          

-Bakın bakın: Ben nelere kâdirim; ben, işte böyle bir kadınım!

         

 Tafrasıyla; "zengin kocası"nı şaire ve "şair ettiği adam"ı da kocasına göstermektir.

         

Ama Mecnun’un, “son sevdiği Leylâ”ya benzemekten fersah fersah uzak ve en az yüz level geride kalmış olan “ilk sevdiği Leylâ” ile yıllar sonra karşılaşıp da Leylâ “Bak ben geldim Mecnun, ben geldim!” diye kendini tanıtmaya çalıştığında:

          

-Sen Leylâ isen, benim Leylâm nerede?

           

Demesi gibi, kadın merhabalaştığında şair de bakar ve der ki:

           

-Siz de kimsiniz?

          

Hâlbuki şairin: Yangını içinde; dumanı tepesinde; acısı, aklının köşesinde; adı dilinin ve aşkı da kaleminin ucundadır yıllardır!

            

Aslında: Açılacak onlarca saklı kutu, söylenecek tonlarca haklı söz ve sorulacak binlerce liralık yüklü bir hesap vardır; ama, bilerek tanımamazlıktan gelir.

            

Kadın, şairin kendisini tanımamasına şaşırır ve bir o kadar da hayal kırıklığı yaşar.

            

Bu durumdan alınmış ve gocunmuş vaziyette; ancak, bozuntuya da vermeden şaire der ki:

          

-Tanımadın mı; ben, seni şair yapan kadın! Ben, seni şair yapan kadın!

           

Şair için tam da butona basma ve final vakti gelmiştir; der ki:

          

-Marifet sende olsaydı, şimdi bu şiirleri kolundaki adam yazardı!

         

Gerçekten: endam aynı endam, kadın aynı kadın; kedi burada ise, et nerede?

          

Kadın, burun kıvırmak ve şairi terk edip gitmekle gerçekten ayıp etmiştir.

          

Ama, aslında şair; o meşhur şiirlerin “esin kaynağı” ve “esas sahibi” olan kadına lâf dokundurmakla ve onu iğnelemekle, o da ona haksızlık etmiş ve onu incitmiştir.

          

Ve aslında, o kadına kesin bir şükran ve minnet borçludur.

         

Çünkü, mücevher dolu hazine kapısının kilidini: Hazinenin kokusunu alıp, ışıltısını hissedip ve şıngırtısını duyup da envai çeşit “maymuncuk” la kilidi defalarca zorlayan yüzlerce çilingir içinde, tek o kadının “anahtar” ı açmıştır.

         

Her ne kadar anahtarı sadece şairin hazine kapısının kilidine uysa ve başka kilitleri açamasa da “görünüşünün kalıbı”na uymadığı ortaya çıkan bu kadın ve şairin işbirliğiyle: Oldukça sade ve gösterişten uzak, büyük bir iffet ve utanma duygusu içinde, kalp çarpıntısı ve terlemeler eşliğinde yapılan bu açılış; envai çeşitte ve göz alıcı ışıltılara sahip olan bütün mücevherlerin deste deste ve beste beste ortalığa saçılmasına, kulağı duyan ve kalbi hisseden binlerce insanın takıp takıştırmasına ve süslenmesine vesile olmuştur.

        

Ve küstüğü o kadın kilidi açıncaya kadar; şair, içinde saklanmış hazinenin farkında bile değildir.

       

Eğer şair içindeki hazinenin farkında olsaydı, hazinenin kapısı o kadınla karşılaşmadan daha önce açılmalıydı, değil mi?

         

Demem o ki cancağızım:

        

-İyi güzel de; kâğıt, kalem ve mürekkep kıtlığı mı vardı, daha önce neden şiir yazmadın ki?

         

Diye sorulacak olursa şaire, bir darbımesel ile izahı çok basittir:

         

-Beni çok konuşturma, şiir yazmaya lâyık olan vaadı da biz mi yazmadık Nazmiyeh?

        

-Kilidin anahtarı vaadı da biz mi yuttuk Nazmiyeh?

        

-İşte kilit, aç kapıyı bezirgânbaşı!

        

 (Daha önceki yazıları da okumanızı rica ederiz!)

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.