Cin Benim: Yalnızlığın ve Bilinmezliğin Yansıması
Cin benim. Gecenin karanlığında yolları adımlarken beni görenlerin “Cin!” demesi gerekirdi. Ama kimse görmedi. Belki de ben kimseyi göremedim. Hani derler ya, cinler geceleri ayakta, insanların olmadığı yerlerde varlar. Kimsesizlerin olmadığı her yerde vardım. Yine de yalnızdım. Eğer tarif edilen cin buysa, evet, cin benim.
Karanlıkta yürüdüm. Yürüdükçe yerimden uzaklaştım, uzaklaştıkça yabancılaştım. Kendime, insana, dünyaya... Belki de cin dediğiniz, insanın yalnızlıkta kendine yabancılaşmasıdır. Görünmeyenin ardındaki korku, bilinemeyenin derinliğinde kaybolmasıdır. İnsan anlamadığı her şeyi cinleştirir, çünkü bilmediği şey ona yabancıdır ve yabancı olandan korkar.
Cin, dilde bir oyun. Bilinmezlikten doğan bir kelime, ama en çok bilinir gibi kullanılanlardan. Sözcük, ağızlarda gevelenerek her hikâyeye bulaşır. Akıl, korkunun içinde kaçamak yapar: Kadın der ki, “Cin musallat oldu, beni gebe bıraktı.” Oysa doğuran korkunun kendisidir. İnsan, açıklayamadığı şeylere cinler giydirir; çünkü bilinmeyen, şekilsiz bir kabusa dönüşebilir.
Sonra hocalar, cinciler çıkar ortaya. Cinle değil, insanların korkularıyla nemalananlar. Bilinmezliği yönetmek, korkuyu yönetmektir. Ve cin, bu korkunun en kadim sembolüdür. Belki de cin dediğimiz, karanlıkta yürüyen, yalnızlıkta kaybolan insanın ta kendisidir.
Bu yazı biline: Cin, bilinmeyeni bilinir kılmak için uydurulmuş bir masal. Ve biz, o masalın içinde, gecenin karanlığında, yalnız yürüyen birer figürüz. Öyleyse kim cin, kim insan? Belki de fark, sadece görünürde.