Yaklaşık dört yıl önce Pendik gazetesinde “Pendik ve Neyzen Tevfik” isimli bir yazı yazmış, yazının sonunda da Neyzen Tevfik ile akraba olduğumu öğrendiğimi ama bunun başka bir yazının konusu olduğunu” belirtmiştim. İşte o “başka yazı” ancak yazılabildi.
Çorum’un bozkırında, taşına toprağına yoksulluğun sinmiş olduğu küçük bir köyde dünyaya geldi anneannem. Daha çocuktu; saçlarında rüzgârın savurduğu oyun çağının kokusu, gözlerinde henüz solmamış bir merak vardı. Ama o güzel çocukluk günleri çok uzun sürmeyecekti. Çünkü o yıllarda köylerde kız çocuklarının çoğu aynı kaderi paylaşırdı: rızaları alınmadan, küçücük yaşta, ailelerinin kararıyla gelin edilirlerdi. Anneannemin hayatı da işte böyle, daha başlamadan ellerinden alınmış bir hikâyeydi.
Babası, köyde “Kör Şükrü” diye bilinen, sert, haşin ve sözü kanun gibi geçen bir adamdı. Küçük bir başlık parasına, kızını komşu köyden bir delikanlıya verdi. Ne kızın gönlünün olup olmadığı sorulmuş, ne de gözyaşlarına bakılmıştı. Henüz çocukluğunu yaşarken saçına duvak takılıp, avuçlarına kına yakılıp, çeyizi aceleyle sandığa doldurulmuştu. Henüz doyamadığı çocukluğu geride kalmış; kadınlığın ağır yükü omuzlarına bindirilmişti.
Anneannem, daha henüz çocuk yaştayken bir anda beş çocuğun annesi oldu. Ne gençliğini yaşadı ne de çocukluğunu. Hayat onun için yorgun bir döngüden ibaretti. Fakat asıl yıkım, anneme hamileyken geldi: Kocası öldü. Ölüm, bir kış gecesinin karanlığı gibi çöktü evin üzerine.
Kayınpederi gelinine ve torunlarına sahip çıkmak yerine, onlara sırtını döndü. Dul bir kadınla beş çocuğunu bir kağnının üzerine bindirdiği gibi, babasının evine gönderdi. Kağnının gıcırtısı, bozkırda yankılanan bir ağıt gibiydi. Çocuklar ağlıyordu, anne ağlıyordu, yol bile ağlıyordu.
Umduğu sıcaklığı baba ocağında da bulamadı; hamile, dul bir kadın ve beş çocuk baba evine de sığmamış, orada da yüzleri gülmemişti. Büyük dedem, anneannemin beş çocuğunu onun haberi olmadan farklı ailelere evlatlık verdi. Beş çocuk, beş ayrı rüzgâra savrulmuş; her biri bir başka ocağa, bir başka yazgıya dağılmıştı. Bir annenin kalbi, taşın bile dayanamayacağı bir acıyla parçalandı. Dünyanın her coğrafyasında, bir kadının evlatlarından zorla koparılışı, kaderin en ağır tokadıydı.
Karnında bebeğiyle bir kez daha yeni bir hayata sürüklendi. Başka bir köyde dul kalmış, gariban bir adamla nikâhlandı. Bu evlilikten dört çocuk daha dünyaya geldi. Annem, baba bildiği Mehmet dedemin yanında büyüdü. Fakat öz kardeşlerinin varlığından habersiz, eksik bir ömür sürdü. Anneannem ise her gece kaybettiklerinin isimlerini sayıklayarak, her sabah onların yüzünü hayal ederek yaşadı. Kadının adının ve söz hakkının olmadığı bir çağda ve coğrafyada okuma yazma bilmeyen, gariban ve ezilmiş anneannemin çocuklarını araması imkansızdı. Onun için geriye sadece içinden hiç dinmeyen bir yangın ve hiç sönmeyen bir özlem kalmıştı.
Yıllar geçti. Kırk yıl, belki kırk beş yıl… Zamanın bütün ağırlığı anneannemin sırtında birikti. Bir gün evlatlık verilen çocuklardan bazıları annelerini buldu. Hasret gözyaşlarına karıştı, her fırsatta bir araya gelerek yılların aralarına ördüğü duvarı yıkmaya çalıştılar. Ama çocuklarından biri, Fatma, kayıp kaldı. Onun izi bütün uğraşlara rağmen hiçbir yerde bulunamadı.
O kayıp on yıllar içinde Fatma Teyzem Pendik’te yaşamıştı. Çünkü büyük dedem onu, Neyzen Tevfik’in ağabeyi Ahmet Şefik’e evlatlık vermişti. Şefik, Pendik Veteriner Enstitüsü’nün başında, vakur bir bilim adamıyken; kardeşi Tevfik, neyine üflerken dünyayı titreten, taşlamalarıyla zalimlere kafa tutan bir dervişmiş.
Kolaylı ailesi, Fatma’yı öz kızlarından ayırmamış, bağrına basmıştı. Fatma’nın çocukluğu ve gençliği Pendik’te geçti; denizle, martılarla, rüzgârla iç içe yaşadı. Annesinin kokusunu bilmeden, kendi öz kardeşlerinden uzak bir ömür sürdü.
Bu hikâyeyi öğrendiğimde, geçmişe ilişkin hatırladığım küçük bir ayrıntı beni daha da etkiledi. Yaklaşık yirmi beş otuz yıl önce, anneannem vefat etmeden birkaç yıl evvel, bir hafta boyunca Pendik’te bende kalmıştı. Belki de o günlerden birinde, kalabalıkla dolup taşan çarşıda, insanların telaşı arasında, anneannemle öz kızı Fatma teyzem Ankara Caddesinde karşı karşıya, Gazipaşa Caddesinde göz göze gelmişler; 19 Mayıs Caddesinde yan yana yürümüşlerdi. Eğer bu an yaşanmışsa, kalabalığın içinde sessizce yan yana geçen iki kadın, aslında birbirlerine en yakın, ama aynı zamanda en uzak insandılar.
Yıllar sonra, yalnızca dört yıl önce, Fatma teyzemin kızı köklerini aramaya koyulunca karanlığın perdesi aralandı. Artık anneannem hayatta olmasa da kırgın ve yorgun teyzem, yarım kalmış yaşam öyküsüne artık bizi de dahil edecekti.
Hayat, bazen insana hiç beklemediği tuzaklar kurar, hiç ummadığı kapılar açar. Bir annenin dramı, bir kağnının gıcırtısında yankılanan feryadı, yıllar sonra Pendik’in sahilinde ney üfleyen bir ustanın nefesine karışmıştı. Anneannemin bu feryadı da Tevfik’in nefesi de bugün benim tüylerimi diken diken etmeye yetiyor.
Bütün bu hikayenin çoğunu birebir yaşamasam, sonradan öğrensem de “tamamiyle benim ailemin hikâyesi olması” beni hem duygulandırıyor hem de heyecanlandırıyor. Nasıl heyecanlanmam? … Benim gibi sıradan bir insan, Üçköylü Sultan’ın torunu, birdenbire kendini Türk edebiyatının en keskin ustalarından biriyle, Neyzen Tevfik ile akraba buluyor.
Sıradan hayatlar yoktur; sadece deşilmemiş geçmişler vardır.
(İlk yazıyı https://www.pendikgazetesi.com.tr/pendik-ve-neyzen-tevfik_15207m.html bağlantısından okuyabilirsiniz.)