İnanç, Devlet ve Siyaset Üzerine

Abdulaziz Bayındır’ın 2014 yılında kaleme aldığı açık mektupta, Ahmet Davutoğlu’nun inanç, insan-ı kâmil anlayışı ve devletin din politikaları üzerine değerlendirmeleri ele alınıyor.

Türkiye’nin siyasi tarihinde inanç ve devlet ilişkileri her zaman tartışma konusu olmuştur. 11 Kasım 2014’te Abdulaziz Bayındır tarafından kaleme alınan açık mektup, dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’na hitaben yazılmıştır. Mektupta, Davutoğlu’nun ziyaretleri, kullandığı “destur” ifadesi, “insan-ı kâmil” kavramı ve Alevilik-Bektaşilik üzerine sözleri eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirilmiştir.
 

Bayındır, Kur’an ayetleri ışığında Allah ile kul arasına aracılar koymanın yanlış olduğunu vurgulamış, “insan-ı kâmil” anlayışının İslam inancı ile örtüşmediğini ifade etmiştir. Ayrıca devletin tüm inançlara eşit mesafede durması gerektiğinin altını çizerek, inanç terimlerine kişisel yorumlar katmanın toplumsal baskıya yol açabileceğini belirtmiştir. Yazının en temel mesajı, devletin görevinin adalet ve özgürlükleri korumak, bireylerin inançlarına müdahale etmemek olduğudur.
 

"11.11.2014 tarihinde Abdulaziz Bayındır’ın kaleme aldığı yazı:
 

“Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu


Ülkemizi yangın yerine çevirmek için olağanüstü gayretler gösterildiği bir sırada zor bir göreve geldiniz.
 

Sonra Mevlâna, Eyüp Sultan, Ertuğrul Gazi ve Hacı Bektaş Veli gibi zatların kabirlerini ziyaret edip “destur” yani izin istediniz.
 

“Hacı Bayram-ı Veli’yi makamında ziyaret edip, çilehanesinde birkaç saat kalıp secdeye kapandım, dua ettim, ondan destur aldım” dediniz.


Destur vermeleri için o zatların hayatta bulunmaları, kendilerine sunduğunuz isteklerle ilgili bilgi ve yetki sahibi olmaları gerekir.

Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
 

“Allah ile aranıza koyup çağrıda bulunduklarınız sizin gibi kullardır. İçinize yatıyorsa onlara seslenin de size cevap versinler. Ayakları mı var ki, yürüsünler. Elleri mi var ki tutsunlar. Gözleri mi var ki, görsünler. Kulakları mı var ki, işitsinler…” (Araf 7/194-195)
 

“De ki; “Allah ile aranıza koyarak çağrıda bulunduklarınızın ne olduklarını gördünüz mü? Gösterin bana; yer­yüzünde neyi yaratmışlar? Yoksa göklerde bir payları mı var? İçinize yatıyorsa bana bu konuda, daha önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kırıntısı getirin.” Allah ile arasına koyarak Kıyâmet gününe kadar cevap vere­meyecek kimselere çağrıda bulunandan daha sapık kimdir? Bunlar on­ların çağrısın­ın farkında olmazlar. İnsanların bir araya getirildikleri gün onlara düşman olacaklar ve yaptıkları kulluğu kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/4-6)
 

Bir de “İnsan-ı kâmil olmak için gelinen bu dünyada” diye başlayan bir cümle kurdunuz.

İnsan-ı kâmili, olgun ve örnek insan diye anlayanlar olabilir.

Ama bu kavram, “Yaşayan İsa” inancının bir uyarlamasıdır.

Bu inanışa göre “İnsan-ı kâmil âlemde daima vardır, birden fazla olmaz. Mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey ona gizli değildir. O, eşyayı ve eş­yanın hikmetini olduğu gibi bilir… Bu hakikat, her devirde değişen isim ve suretlerde nebi veya veli olarak ortaya çıkar” [1].
 

“Mülkte tasarruf” Allah’a ait yetkileri kullanmaktır. “Melekût” da yalnız Al­lah’a ait mülk demektir [2]. “Ceberût” ise mana âlemine ve göklere hâkimiyet anlamına gelir [3].

İnsan-ı kâmil sadece bir tane varsayıldığı için onu kabul eden, kendi kişiliğini yok bilip şeyhini veya cemaat liderini insan-ı kâmil görerek onun şahs-ı manevisi ile bütünleşmeye çalışır.

Biz bu anlamda bir insan-ı kâmil olmak için değil, Allah’a kul olmak için yaratıldık.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İnsanları ve cinleri, sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât 51/56)
 

Bir konuşmanızda Alevilik ve Bektaşilik üzerinde durdunuz. Bunlar, Türklük kökeni ile bağını koparmayan dini yapılardır. Kısmen Şiilik, kısmen de Sünnilik ile bağdaştırılarak farklı bir görünüme büründürülmüşlerdir [4].

Hak Muhammed Ali, Musahip, Cem ibadeti, Muharrem Orucu, Hızır Orucu gibi kavramların, onlara özel anlamları vardır.

Bir başbakan olarak bu gibi terimlere kendinize göre anlam verirseniz, inançlara baskı yapmış olursunuz.

Onlara; “Bir musahibiniz olarak buradayım. Musahiplik, bir alevi canın diğer alevi canı ebediyete kadar dost edinmesidir. Ensar ile muhacir arasındaki kardeşlik gibi” demeniz böyle bir tavrın habercisidir.
 

Sayın Davutoğlu, devlet güneş gibi olmalı, inançlara hiçbir şekilde müdahalede bulunmamalıdır.

Allah Teâlâ, Elçisine şöyle demiştir:

“Sen bilgi ver (Kur’an’ı bildir); senin görevin sadece bilgi vermek (Kur’ân’ı bildirmek)tir. Yoksa onları hizaya getirmekle görevli değilsin.” (Ğaşiye 88/21-22)
Bu önemli görevde doğru politikalar uygulayarak üstün başarılar elde etmenizi Allah’tan niyaz ederim."

 


10.09.2025 13:28:15